Köşe Yazıları

31 Aralık 2011 Cumartesi

İstanbul'u neden mi seviyorum?

  • Denizi var. Sonsuzluğu, karmaşayı,  kaçışı, mutluluğu, sakinliği anlatan.
  • Mesela burada en yakın mesafe bile en az yarım saat sürebilir. O yüzden evden çıkmadan müzik listenizi ve yanınıza kulaklığınızı alıp almadığınızı kontrol etmelisiniz mutlaka.
  • Yol sırasında ilk duraktan biniyorsanız rahatlıkla oturup yol boyunca bir kitabın içine düşebilirsiniz.
  • Bu şehirde baktığınız birçok şeyin birden fazla hikayesi vardır. Doğru yahut yanlış. Siz hangisine inanmak isterseniz o doğrudur çoğu zaman.
  • Yalnız kalmak istediğinizde kaçacağınız yerler vardır.
  • Burada istediğini giyebilirsin, garipsemezler.
  • Vapurla karşıya geçmenin hazzı yoktur başka şehirlerde.
  • Burada en güzel rakı balığı; salaş bir mekanda yapabilirsiniz boğazın ayağında.
  • Bu şehirde hayat hiç durmaz. Dönüşümlüdür yaşam kişiler arasında.
  • Kalabalık içinde yalnız kalmayı başarabilirsiniz bu şehirde.
  • Canınız sıkıldığında kilometrelerce yürüyebilirsiniz bu şehirde.
  • Bu şehirde yalnız olduğunuzu düşünmek yanlıştır.
  • Bu şehirde aşık olmak çok farklıdır. Her şeyin tadı, görüntüsü değişir.
  • Aşk acısı çekmek en zorudur burada.
  • İçip kafayı bulabileceğiniz güzel mekanlar vardır. Hem de ucuz.
  • Bu şehir 365 gün ayaktadır, siz onu bırakana kadar sizden vazgeçmez.

28 Aralık 2011 Çarşamba

Oturduğum kumlar başta ıslakmış hissi uyandırsa bile alışmıştı bedenim buna. Deniz fenerinin dönen ışığı geçen gemilere yol gösteriyordu sadece. Zihnimin içinde kısa süreli aydınlanmalar sağlıyordu.

Eskiden birlikte gelirdik buraya. Her seferinde bir önceki gelişimizde oturduğumuz yeri aradık. Ama nafile hiç bulamadık. Sadece kumsalım ortasında can kurtaranın oturduğu şu büyük iskemle civarında bir yer diye hatırlardık. Daha sık gelmemiz gerektiğini söylerdin hep. İyi ki gelmemişiz daha sık. Bu kadar anı ile zor baş ederken daha fazlasını göğüsleyemezdim.

Kibirli, soğuk ve bencil bulurduk denizi. Kimi zaman uysal, çekingen ve yalnız olan büyük taşlara acırdık, hırpalandıklarını düşünerek. Kimi noktalarda konuştururduk onları. Daha doğrusu düşüncelerimizi onlar aracılığı ile çıkartıp yanımıza koyardık. Sözcükleri evirip çevirip istediğimiz yola sokma çabamız bazen yarışa dönerdi.

Deniz feneri bize doğru yöneldiğinde kıyıya vuran ışıklar suyun üzerinde kırılırdı. Kırılıp, bizi sarıp sarmalardı her bir demeti. Bir gece yine kırılıp dağılan her bir demet bizi daha yakınlaştırmıştı. tutkulu denebilecek bedenim neye uğradığını anlamadan kollarının arasında bulmuştu kendini. Başım, benden habersiz üst rütbeli birinden emir almış gibi göğsüne yaslanmıştı. Kalp atışlarını duyan kulaklarım baştan aşağıya bedenimde ateşin dolaşmasına sebep olmuştu.

Önüme düşen uzamış kahküllerimi ellerin ile kulaklarımın arkasına atmıştın. Parmak uçlarının boynumdan çeneme gelişine hiçbir tepki verememiştim. Öylece durup neler olacağını bekliyordum. Sanki orada bunları yaşayan ben değilmiş gibiydim. Karşıdan izleyen seyirciden bir farkım yoktu. Çenemi hafifçe kaldırıp gözlerime baktığın an söylediğin şeyleri hatırlamıyorum. O an sadece gözlerinin derinliklerine dalmış, kulaklarıma vurup giden titreşimler önemli değildi. Dudaklarıma dokunduğun an bitmişti her şey. Geriye yavaş yavaş silinmeye başlayan o sıcaklık kaldı aklımda.

Biteceğini ikimiz de biliyorduk yaşananlardan sonra. Hiç yaşanmasaydı, şuan yanımda olurdun ve aynı manzaraya farklı renk gözlerle bakardık diyorum. Kimi zaman ise yaşanmış olanların güzelliği tüm bedenimi sarıyor ben fark etmeden.

Şimdi hiçbir şeyi değiştirmeden o zamana dönsek yine yaşanır mıydı tüm bunlar? Yahut şimdi başka bir dahilde veya evinde, dışarıda beni düşünüyor musun?

27 Aralık 2011 Salı

- Monoton Hayat 2 -

Dıt.. Dıt..

Gece yarısı çalan telefonla konuştuktan sonra geldiği yoldan ışıkları yakmadan yatağına ilerledi. Gece çalan telefonlar korkuturdu onu hep. Çocukluğundan kalma yapışkanları bitmiş, uhu ile tekrardan tavana yapıştırılmış yıldızlarına daldı gözleri. Yansıttıkları ışık sönmemişti yıllardır. Ağırlaşan göz kapakları uzaklaşmak istiyordu buralardan, belki tek kaçabileceği nokta düşleriydi

....

Gözlerini açtığında hava yeni aydınlanıyordu. Uzun zamandır günü kaçırmadan yaşıyordu. Kaçırsa ne olurdu ki? Tüylü terliklerini giydikten sonra mutfağa yönelip önce suyu ısıtıcıya koydu. Mutfak tülünü sonuna kadar açarak gökyüzünü seyretmeye başladı. Gece yaptığı konuşma geldi aklına. Gitmeli miydi acaba, ne anlatacaktı gece yarısı arayacak ama telefonda söyleyemeyeceği kadar önemli olan?

Durduramayacaktı aklındaki soruları. Yanıt almak ne kadar korkunç olabilirdi? Aylarca kafasında kurduğu canlı, bir ölüden fazlası olamazdı. En zoruna kendini aylardır hazırlıyordu. Zaten bir gün geleceğini de biliyordu.

Hızlıca dolabının önüne gitti. Gideceği yer ya da kiminle olacağını önemsemeden sadece rahat edebileceği birkaç kıyafetine bakıp aralarından birini seçti. Hızlıca hazırlanıp saçını at kuyruğu yaptıktan sonra mutfağa kaynamış olan suyu kahve ile karıştırıp en sevdiği bardağına koyup evden çıktı. Kapının önünden geçen ilk taksiyi çevirdi. Kapısını kapadığında yeni bir maceraya başlarcasına atan kalbi kulaklarında yankılanıyordu. Tek istediği o plağın tekrardan çalmaya başlamayacak olsaydı.
Alsam başını koysam göğsüme, sarsam kollarımla kocaman bedenini. Konuşmasak da olur. Anlatırsan dinlerim seni, yormam sorularımla. Yorum yapmam, çözüm bulmamı istemezsen susarım hemen.

İstersen ışıkları karartırım gözlerin yorulmasın diye. Uzaktan gelirmişçesine müziği de kısarım. O cılız ama karanlıkta oluşturdukları ahengi sevdiğin mumları yakarım.

Uyuman için sevdiğimiz şiirlerden birkaç dize mırıldanırım yahut saçlarınla oynarım yine

Gitmem uyusan da kalırım yanında. Uyuduğunda izlerim seni, gözlerimi kıpırdamadan son defaymış gibi. Nefes alıp verişini izlerim nefesimi tutarak. Uyandırmamak için uyumam.

Sen git diyene kadar gitmem. Gidemediğimden, gidemeyecek olduğumdan değil daha çok gittiğimde arkamda bıraktığım adamı görmeye dayanamadığım için gitmem.

Gidemem çünkü gittiğimde bile arkamda bıraktım adamı seviyor olacağımdan.

25 Aralık 2011 Pazar

Kısa Bir Yaşam Öyküsü

Gözlerini ovuşturmaya başlamıştı adam. Uzun süredir kitap okuyordu loş ışık altında. Kulağında kulaklığı müzik dinleyen genç okuduğu kitabın sayfası açık halde kucağında duran bayan, horuldamanın daha nazik versiyonunu sergileyen amca ve diğer insanlar dışında uçakta uyanık kalan bir o vardı. Normal zamanlarda bile yakın dostu -pek yakın sayılmazdı aslında- uyku nadir uğrarken, yolculuklarda hiç uğramaz olurdu. Gözlüklerini çıkartıp önündeki sehpaya koyup, koltuğun yanında yanan ışığı da kapadı. Göz kapaklarını ağır ağır kapamaya başlamıştı, uyku çağırırcasına.  

Bir an gözlerini açıp hostesi çağırmak için düğmeye bastı. Gözlerini kapasının üstünden ok dakika bile geçmemişti aslında. Gelen hostesten koyu bir kahve istedi. Gelmeyen uykusunu daha fazla kaçırmak için.

Üç yıl olmuştu sık sık seyahat etmeye başlayalı. Herkese görev için diyordu. Öğretmendi. Asıl amacı; 'ona öğretileni öğretmekti' Birkaç dostu ve kendisi gerçek sebebini bilse de dışarı vurumunda dilleri bağlanırdı. Kahvesini getiren hostese başı ile teşekkür ettikten sonra camdan dışarı bakmaya başladı. Sık sık ederdi seyahat ama ilk defa bu kadar uzaklara gidiyordu.

Lise için evinden ayrılmıştı, üniversitede devam ettirmişti ayrılığı. Karnını doyuracak kadar yemek yapmasını da, kendine kadar evini temizlemesini de biliyordu. Kimi zaman bir balık kimi zaman bir kedi alıp beserdi ama genelde tek yaşardı. Tek yaşamak sorun değildi ama o'nsuz yaşamak, düşündürüyordu onu. O yüzden ne uykusu geliyordu ne elindeki kitap bitiyordu.

Yine uzaktı ona ama bu sefer biraz daha farklıydı. Birlikte gittikleri şehirler yoktu. Birlikte çıktıkları yolculuklar da. Birlikte aldıkları kitaplar, filmler, cdler. Onun kokusunu kullanan kadınlar. Aynı çiçekli elbiseyi giymiş, aynı saç modelini yapmış kadınlar. Aynı dili konuştukları insanlar bile yoktu artık çevresinde. Tamamen farklı, tamamen ayrıydı. Aynı ülkeyi bile paylaşmayacaklardı artık.

İkisi de; yeni hayatları seçmişlerdi. Yeni insanları, yeni düşünce ve olguları. Her şey yeniydi 'eski' ve 'geçmiş' sözcükleri onlar için yoktu.


Fırından yeni çıkmış sıcak ekmekler elimde aşağıya doğru yürüyordum.
Giydiğim terlikler o kadar inceydi ki yerdeki taşları bazen, çıplak ayakla basarmış gibi hissedebiliyordum.
Çiçek kokuları hafif esen rüzgar ile etrafımda dans ediyordu. Güneş başta sırtıma vururken sokağı dönmemle gözlerimi kamaştırmaya başlamıştı. Uyku mahmurluğu ile çıkmıştım zaten evden, gözlerimi tam anlamıyla açamıyordum. Adımlarımı daha hızlandırmıştım, bir an önce mutfakta hazırlayıp bıraktığım kahvaltı sofrasına ulaşmak istiyordum.
O, farklı. O, garip biri değil asla ama tipik erkek karakterine de dahil edemiyorum. Ne onu yerin dibine sokuyorum ne de yüceltiyorum. Hatta çok tanımadığım için ne hüküm verebiliyorum ne de güveniyorum.

Boyu, posu endamı da yok yani. Öyle biri işte. Sokakta dolaşırken karşınıza çıkabilecek tiplerden.

Bir insanın gülümsemesi benim için en önemlisiydi şu zamana kadar. O, daha bu konuda can alıcı noktama parmak bastığını bilmiyor. Çok hoş gülümsüyor. Yok öyle birine de benzetemiyorum hani.

Tek bu konuda farklı değil. Dokunduğunuzda göremeyeceğiniz izler var hayattan. Aşkı biliyor ama duymamak için kulaklarını kapatıp yüksek sesle şarkı söylüyor. Konuşsam, kanatacağım yaraları çok. Anlatsa rahatlayacağını bildiği halde takılıp kaldığı gururu var. Takılıp kaldığı, o kadını da unutmamak lazım. Duygusallığına ördüğü duvarları var. Uğraşsam yıkılacak ama kıyamadığım.

Düşünceli biri. Tek kaldığı zamanlar hayallerinin en diplerine inecek kadar cesaretli ama orada tek kalmaktan korkacak kadar güçsüz.

Elleri. Çok özenli olmasa da; tuttuğunda bırakmayacağını bilirsin. Kokusunu hiç duymadım. Ne sevdiği müzikleri dinledim ne de yazığı yazıları okudum.

Belki sadece gözümde büyüttüğüm biri. Ne ilk oldu ne de son olacak bu. Sadece hoş.

Onunla uzun bir seyahate çıkabilirim. Bu şarkıyı dinleyebilirim bıkmadan. Onun gözü ile dünyayı da görebilir, kareler haline getirebilirim. Ama her şeyin bir sonu olduğunu ne o ne de ben değiştirebiliriz.

24 Aralık 2011 Cumartesi

Seni özlemenin bile ayrı bir tadı varmış.

Kızıyorsun biliyorum. Kurduğum cümleler, dinlediğim şarkılar için. 'Hala mı?' dediğini duyar gibiyim. Benim gibi olamadığın için kızıyorsun. Benim gibi olduğunu hissettirdiğim için istemiyorsun. Ne bıraktığın gibiyim ne de tanığın kişiyim artık.

Ama tanımadığım halde en iyi tanıdığım kişisin sen hala. Bazen tanıdığım halde yabancı geliyorsun. Ne çözmek fayda seni, ne çözmeye çalışmak. Merak etmiyorum. Seni bildiğim gibi kabul etmeyi öğrendim.

Çok güzel gülersin. Gamzen var benim gibi. Güldüğünde sinirli olamazsın ama sinirden gülebilirsin. Kızdın mı çattığın kaşların kırışıklıkların olduğunu ortaya çıkartıyordu.

Ses. Duyar gibi oluyorum. Ama çınlatamıyor kulaklarımı bu sefer. Bir sesi duymuyor olsan da unutamazsın, görüntüye benzemez o. Dışarı veremediğin ya da çizemediğin, elle tutamadığın için unuttuğunu zannedersin sadece.

İşte akşamları oluyor, bazen tek kalıyorum. Özlüyorum. Sabahları gözlerimi tek açıyorum, sonra özlüyorum. Yolda eski biz gibi olan sevgilileri görüyor seni hatırlıyor ve sonra yine özlüyorum.

İşte kıramadığım zincirlerde durup durup özlüyorum seni.

19 Aralık 2011 Pazartesi

Monoton Hayat -1-

Monoton bir hayat onun için; sabah uyanıp, gözlerini açmadan banyoya yönelmesi ile başlardı.
Aynaya bakmadan suratına çarpardı soğuk suyu. Gözlerini açabilince suratına ve ilgisini çeken gözleri olurdu. Bu sabah yine kan çanağına dönmüştü. Ne zaman olmuştu bu peki? Yoksa gece ağlamış mıydı? Çok mu uyumuştu bu gece, göz altları ondan mı şişti?
Yılların verdiği yorgunlukla çizgilerin oluşması gerekirdi gözlerinde, morlukların değil. Yoksa gece yine dayanamayıp doktorun verdiği dozdan fazla içtiği ilaçlar yüzünden miydi? Kafasında oluşan sıcaklığı, gözlerinin etrafına düşen beyaz noktaları fark edince; yine düşünmenin yersiz olduğunu anlayıp, havluya hızlıca dayadığı suratını sertçe sildi.
Çok şişmanmış gibi evinden eksik etmediği yulaflı yiyeceklerden birini dolaptan çıkartığı soğuk süt ile karıştırıp kaşıkladı. Çalan telefon elindeki gazeteden başını kaldırmasına sebep oldu. Telefonu açıp kısa bir konuşma yaptı. Karşısındakinin cümlesini tamamlatmadan cevap verip telefonu kapadı.
Üstüne dün giydiği kıyafetleri geçirip yola çıktı. Gün içinde o kadar çok insan görüyordu ki. Bazıları ona benziyor, bazılarında gülüşünü görüyordu, arkasından geçen kişinin sıktığı parfümde onu buluyor. Ama hiçbiri 'o' olmuyordu. Hatırlamak istemiyordu ama elinden bir şey gelmiyordu.
Akşama kadar kafasını dolduruyor tek kaldığında plağı başa alıyor ve yeniden başlıyordu. Sızana kadar süren düşünceleri ile monoton hayatına uyku ile kısa bir mola veriyordu.

18 Aralık 2011 Pazar

Beklemenin çözüm olmadığı, zamanlar olduğunu bilirim.

Düşüncelerin hep o'na yöneliktir. Aklının ucunda değil, tamamını kaplar.
Zaman yavaş yavaş akar başlarda. Günlerin geçmediğini zannedersin hatta. Sonra geri dönüp baktığın zaman ayları geride bıraktığını görürsün. Başta biraz şaşırırsan da bu duruma da alışır bedenin.
O'nu düşünüp uykuya daldığın geceler seyrelmeye başlar. Bıraktığı hediyeler, kitaplarda çizdiği cümleler beyninin gerisine atılır. Şarkılar ilk yazıldığı zamanlara dönerler anlamsız ama en sadece haline.
Sonra biri gelir olmadık anda çok normal kurduğu cümleler ile beyninin içini kazımaya başlar.
Patavatsızca çıkar karşına tüm yaşanmışlıklar, dillerini tutamayıp her şeyi dökülürler.
Susup kalırsın. Ne suratını asman çaredir ne gözyaşı dökmen. Olan olmuş deyip çekilemezsin kenara. Başlarsın aynı şeyleri sil baştan yaşamaya, küçük bir farkla; daha ağır ve zor olarak.

16 Aralık 2011 Cuma

Soğuktu hep ellerim. Eldivenlerim bile ısıtmaz idi. O büyük ellerinle, minicik ellerimi açar alırdın hemen avuçlarının arasına, ısıtırdın.
Kalbin hızlandığı zamanlar ellerimi tutar; beni koyduğun yere götürür, orada olduğumu hissetmemi isterdin.
Kısaydı saçlarım toplanmazdı. Önüme düşerdi birkaç tutam, dolardın hemen parmaklarını arkaya atardın.
Parmakların. Uzun ve yumuşaktı, pamuk gibi. Dokunuşların hafifti. Her ayrıntısını hatırladığım o ellerin; her dokunuşunu hissederim hala benimmiş gibi..

14 Aralık 2011 Çarşamba

Belki de saatler olmuştu ama hala yürüyordum
Yolun sonu ise gelmeyecek gibiydi
Büyüklü küçüklü rampaları katediyor
Birbirini tekrarlayan bitkiler görüyor
Ama hala sona; yani sana ulaşamıyordum
Gökyüzü tüm mavi tonlarını yola sermiş
Geceden kalan yağmur damlaları ise yol kenarına toplanmış
Birlikte;
Çocukken kullandığım boya kalemlerim dahi göremediğim renkleri önüme seriyordu
Düşündükçe yürüyor; yürüdükçe düşünüyor
Düşündükçe tebessüm ediyor; tebessüm ettikçe daha çok düşünüyor
Düşündükçe; düşünüyor ve yine düşünüyordum seni


10 Aralık 2011 Cumartesi

Sabah uykunun en tatlı noktasında çalan alarm kalkman gerektiğini hatırlatıyordu sana. Bazen anlamazdım bırakmak istemediğin şeyi. Sormuşumdur hep kendime içten içe; Sarıldığın ten mi yoksa gözlerinden akan o uyku mu diye.

Gömleğinin düğmelerini iliklerken söylenirdin sık sık. Bildiğim ve sağlam bir şekilde ayakta durduğuna inandığım düşüncelerim vardı. Düğmeleri tek tek iliklemem hoşuna giderdi. Son düğme ile işim bitince kocaman ellerin ile tutardın hemen elimden en içten öpücüklerini koyardın avuçlarıma. Seninle ilgilenmemdi asıl önemli nokta ya, bayılırdın ilgiye. Şımartmayı da severdim açıkçası.

Kahvaltı hazırlayamadım sana hiç, son dakikaya kadar benimle yatakta olmayı tercih ederdin, sarılırdın, gördüğün rüyayı anlatırdın uykunun o mahmurluk verdiği zayıf ses tonu ile. ‘Sen görmedin mi?’ diye sorardın. Sanki böyle konuşursak saatin ilerlemesini durduracağımızı düşünürdün.
Aslında mutlu ederdin beni, mutlu başlardım seninle uyanınca. Diğer günler kıskanırdı bu sayılı zamanları. Huzur, gözlerimi açtığım ilk an başlardı tüm bedenimi sarmaya. En ince ayrıntıya kadar işlerdi benliğini yavaş yavaş.

İtiraf etmediğin şeyler, verdiğin kaçamak cevaplar, kaçırdığın gözler, vereceğim tepkiyi merak edip sorduğun sorular, aldığın cevaplarda aradığın birkaç ufak nokta. Bunları hep biriktirirdin bir kenarda.
Şimdi sayfaları tek tek açıp rüyalarına mı paylaşıyorsun bunları?

30 Kasım 2011 Çarşamba

Benim çocukluğumda komşuluk vardı. Mahallenin çocukları, çocukları sokakta oynarken bir yandan onları izleyip bir yanda çaylarını yudumlayan teyzeler, mahallenin bakkalı, mahallenin sütçüsü vardı.

Bu yazıyı 19 ile 20 yaşı arasına sıkışmış, çocukluğunu özleyen biri olarak yazıyorum.
Bu yazıyı yazma amacım; 3 aydır oturduğum binada daha hiçbir sabah‘günaydın’ ya da hiçbir akşam ‘iyi akşamlar’ diyen komşularımın olmayışı adına yazıyorum.
İstanbul gibi birçok ülkenin nüfusundan kalabalık nüfusa sahip bir şehirde doğdum ve büyüdüm. Şanslı insanların birkaçından biriydim belki de. Büyüdüğüm o mahalleye ailem 70 yıl önce yerleşmişler. Eski toprağım diyebilecek kişiler.
Ben yaz kış demeden sokakta arkadaşlarımla oyun oynayarak büyüdüm. Bazen‘sokak çocuğu oldun eve gir hemen’ der kızardı annem. Şimdi düşününce ben de kendime ‘sokak çocuğuymuşum’ diyorum. Dizlerimde hala izlerini taşıdığım o yaralar; bana bahşedilmiş birer hediyeler yeni anlıyorum. O yılların en güzel hatıraları şimdilerde. Oyunu bırakmamak için yemediğim yemekler ya da oyuna dönebilmek için çiğnemeden mideme indirdiğim yiyecekler vardı.
Mahallemizin teyzeleri oyunun ortasında hepimizi evlerine davet eder karnımızı tıka basa doyurup tekrar sokağa salarlardı. Bir poşet çikolata ile bakkaldan çıkan amcaları, babaları hatırlıyorum. Bakkalımızın bize yetiştiremediği plastik topları vardı. Yazın açılıp kapanmaktan başı dönen dondurma dolapları, kutuda karıştırılırken içi dışına çıkan sakızlar… Yazın kavurucu sıcaklığında ayaklarımızı sokup serinlediğimiz kuyumuz vardı evimizin bahçesinde. 
En önemlisi komşuluk vardı bizim zamanımızda. Eğer bir aile yeni taşınmış ya da evinde bir eksiği gediği varsa, tüm herkes yardım ederdi. Bir ailenin bir ihtiyacı varsa gücü yetene kadar insanlar yardım ederdi. ‘Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.’ sözüne bir sebep aramadan inanırlardı. İlerleyen zamanlarda daha çok kalabalık olsa da bu kurallar hiç değişmedi mahallemde.Benim mahallemde insanlık ölmemişti ve hala ölmedi. 
Şuan Edirne’de öğrenci olarak ailemden uzakta yaşıyorum. Neredeyse 3 ay oldu buraya geleli ve daha bir komşumun sesini bile duymadım. Hatta bana gülümsediklerini bile görmedim. İlk taşındığımız zamanlarda ocağımız olmasına rağmen tüpümüz yoktu. Buzdolabımız ise daha gelmemişti. Tabirin en güzeli; mutfak, tam takır kuru bakırdı. 11 daireden kimsede bir ihtiyacınız var mı yeni geldiniz ya da kimsiniz nesiniz diye kapımızı çalmadı. Oturduğum semt en lüks yer diye geçiyor ama beş para etmez insanlarla dolu. Belki istisnalar vardır ama biliyoruz ki istisnalar kaideyi hiçbir zaman bozmuyor. Buradaki ufak çocuklar bilgisayar ya da televizyon başından kalkmayan tipler. Bir kez bile sitenin bahçesinde görmedim. 10 yaşında olmasına rağmen anne ve babasına apartmanın kapısında bağıran çocuklar var.
Oturduğum apartmandaki çoğu insan üniversite bitirmiş kişiler ama insanlıktan bir haberler.
Küçük bir şehir olmasına rağmen burada bile komşuluk ölmüş. İnsanlar yozlaşmış, yabanileşmiş. Kendini bir üstün görme karşısındakini ise kınamalar almış başını gidiyor.
Çocukluğumun en güzel yaşanmışlıklarını diri diri mezara sokmuşlar. Çocukluğumdan hiçbir saygı hiçbir duygu bırakmamışlar. Artık gelişmekten dolayı gerilemeye başladığımız yıllardayız. Bu dünyanın yaşanılmayacak bir yer haline gelmesi çoktan kapıyı kırıp içeri girdi bile. Biz ise sadece yerimizde oturup bakalım.

11 Kasım 2011 Cuma

Derin bir nefes al başta.
Şimdi sakince otur sandalyeye.
Diyeceklerim var sana. Önemli.
Korkma, kötü haberler yok.
Panik yapma, hayat bıraktığın gibi.
Zaman kadranı ne durdu ne hızlandı, hep aynı.
Uzun zaman oldu duymadım sesini.
Özledim.
Eve pek uğramıyormuşsun duyduğuma göre.
Sık sık dolaşmaya başlamışsın.
Gece daha mı güzel oralar?
Gözlerin daha değişik parlıyor.
Mutluyum, mutlusun çünkü.
Saatin güzelmiş. Bu ceketini hiç görmemiştim.
Alışveriş yapmışsın, bensiz.
Yakışmış, çok yakışmış.
Kıskanmadım seni hiç. Sevmediğimden değil ama.
Sadece seni gördüğümden hep.
Sol omzumda kokun var hala.
Oradan sarılmış, çenene batmıştı kemiklerim.
O sevdiğin ojem var ya, hani ellerimi alıp iltifat ettiğin.
Bunu yazmadan önce onu sürdüm. Seni andım.
Bir şey diyecektim ya.
Özledim.
Seni özlemeyi bile özledim.
Seni çok özledim.

9 Ağustos 2011 Salı

Hayat yaşandıkça, sözcükler gerçek anlamını bulur.


  • Unutmak..
Olmuyor, kolay değil. Yaşananları, konuşmaları, sözleri.. Unuttuk diyebiliyoruz sadece. Biz ne dersek diyelim bildiğine inanacak insan arıyoruz bazen. ‘Sevmiyorum’ desek bile sevdiğimize inanacak, ‘bitti’ dediğimizde devam ettiğini savunacak.
  • Yanlış..
Sevgilisi olan veya başkasına hala aşık olan kişilerde hoşlanıyoruz, bazen ise bağlanıyoruz. Yanlış olduğunu anlayınca arkamıza bakmadan kaçıyor yada üstüne gidiyoruz. Korkuyoruz. Kırılıyoruz. Kimi zaman kırıyoruz.
  • Kadınlar..
Güçlüdürler. Ayaklarının üzerinde duran, kendini savunan, girdiği savaşta sonuna ulaşan kişilerdir.. Ama hiçbir şey, bir adamın kollarında verdiği huzuru ve güveni veremez.
  • Erkekler..
Uzun cümleler kurmayan. Ağlamanın güçsüzlük olduğunu, güçlü olacağım derken aslında daha çok güçsüz duruma düşendir. Beklerken zaman kavramının hızlıca aktığına inanan. Ama hiçbir şey onlara ‘Cevabı olan soruları bile sormaya’ yöneltmez. 
  • Yalnızlık..
Pek alışık sayılmayız uzun soluklu yalnızlıklara. Mutlaka biri olsun deriz etrafımızda. Hatırlasın bizi, sorsun nasıl olduğumuzu. Üzülünce güldürsün, gülerken bize eşlik etsin isteriz. Hep bir omuz ararız. 
  • 1, 2, 3..
Bir arkadaşım kalbimizde odalar olduğunu söylerdi. Bu yüzden mi aynı anda birden fazla kişiyi severiz? 1, 2, 3 .. aynı anda gelirler hepsi. Farklı farklı özellikleri vardır hepsinden bir şeyler alsak? Yanlış mıdır aynı anda sevmek birden çok kişiyi?
  • 18 Yaş..
Özgürlüğün sembolüdür bazı insanlar için. Aslında bilmezler gerçek kısıtlamalar başlar hayatta. Aldığın her sorumluluk, hareket yeteneğinden bir parça unutturur sana. Var mıdır çocuklar gibi özgür olan? Bilim insanları yada sağlıkçılar insanların yaşı ilerledikçe kemiklerinin küçüldüğünü söylerler biyolojik açıdan. Ama bilmezler ki ilerleyen her günde omuzlarına konan yüklerin onları kambur yaptığını..
  • Bazen gerekir itiraflar.
Aşk, sevgi, sadakat … aslında en kötüsü bağlanmaktır. Alışmak bir bedene, gülüşe, ses tonuna, kokuya..
Özlemek sonra susmak. Hüzünlenmek sonra olmamış gibi davranmak. Tam gülerken onu hatırlayıp dalıp gitmek sonra kendine gelmek..
Parça parçada olsa adamlar yada kadınlar var hayatımızda hepsi ayrı hepsi özel. Bir gün, bir ay, bir yıl ne fark eder ki. Hepsi hayatımızda tek tek değil mi