Köşe Yazıları

21 Ağustos 2012 Salı

Ne doğum günüm ne de öyle özel denebilecek bir gün. Ama kapımı çalan minik hediyem var.

İlkokul 4. sınıftan beri hiç kopmadığım canım dostumun hediyesi. Aslında dost kelimesi bazen eksik kalıyor. Kardeş, arkadaş, sırdaş, abla, psikolog.. her şey olabilen bir insan.

Geçen sene doğum günümde, Nil Karaibrahimgil'den 'kek' şarkısını açıp kek yapmıştık. Sanırım oradan ne kadar hamarat olduğumu gördü arkadaşım ki bana önlük almış. Mutfakla aramın iyi olduğunu biliyordu ama daha iyi olmasını istiyormuş ve tabii ki ona güzel güzel yemekler yapmamı.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Bu kitap çok farklı;

Bazı okurlar siyaset girmiş bu kitaba deseler de öyle değil!

Çok geniş yelpazede, çok farklı olayların aslında bir tek sonuca ulaşmasıdır bu kitap.
Eşinden boşanmış ve bu çağda erkek çocuk büyütmeye çalışan bir anne. Bir yandan zamanında farklı inançlara sahip kişilerin ezildiği ve siyasi olayların insanı boğazına kadar batırdığı bir dönem. Uğruna her şeyin göze alındığı bir aşk ve bu aşkın unutulmazlığı. Bir yandan ailelerin sakladıkları sırlar.

Aslında hepsi geçmişimiz ve geleceğimizin temel direği olan konular.

Okumayı seven ve bu kitabı okumamış olan kişilerin mutlaka ve mutlaka okuması gerekilen bir kitap.
Okuduğunuz zaman bir çok konuyu merak edecek, bir çok yerde hüzünlenecek, farkına varmadan siz de o koşturmaca içinde kendinizi bulacaksınız.

Kitabı okumadan önce bunu dinlemelisiniz.
Ve o sayfalara gelince tekrar açıp yeniden dinlemelisiniz.
http://www.youtube.com/watch?v=pmwMZ252SY0

                                              " Serenade Für Nadia "





7 Ağustos 2012 Salı

Hiçbir şey değişmeyecek.

http://fizy.com/#s/1ajb3k

Güneş her gün doğudan doğup, batıdan batacak. Dünya her gün kendi etrafında dönerken, güneş etrafında da gezinmeye devam edecek.

Sen yine geç yatacak, sabah kalkamayacaksın. Uyku tatlı gelecek ve çalan alarmı kapatıp diğer tarafa dönüp uyuyacaksın.


Bu sırada; Vapurlar, bacalarından yanan yakıtın gazlarını bulutlara ulaştıracak. Martılar, yolcuların simitlerinden birer parça kapıp deniz üzerinden süzülecekler.

Sabahın ilk saatleri bir telaş başlar gözlerini tam açamamış o şehirde. İnsanlar, günleri öncelerden planlanmış şekilde uyarlar harfi harfine yapılacaklara.

Sen ise; Haftasonları sürüsü ile yaptığın planlara uymayıp aklına eseni yapacaksın.

Her hafta yeni kitaplar yazılıyor, her cuma yeni filmler vizyona giriyor ve binlerce insan bunları kendi hayatlarına yoruyor.

Defalarda okuduğun; baş ucunda, salonda, tuvalette duran kitapları alıp yine okuyacaksın.

Yani hiçbir şey değişmeyecek.

5 Ağustos 2012 Pazar

Eskimeyen Dostlarım;



Kitap okumanın, ne zaman ve  nasıl bir alışkan olduğunu çok iyi hatırlamıyorum aslında.
İlkokulda hepimizin evinden getirdiği kitaplarla oluşturduğumuz sınıf kütüphanemizde vardı. Her hafta okuma saatinde bir kitap seçer, eğer eve götürüp okumak istiyorsak adımızı yazdırır ve yanımıza alırdık. Çok ilginç kitaplar okuduğumu hatırlıyorum.

Neyse bunlarla kafanızı şişirmeye sizi şimdilerden koparıp eskilere götürmeye hakkım yok. Biz asıl konumuza gelelim.
Kitaplar;




.
Evet kitaplarım.
Yeni veya eski, popüler ya da klasik, hikaye ya da roman, polisiye yahut aşk.. Gözüm gibi baktığım çocuklarım.

Şu aralar Can Yayınları eski kapaklı kitaplarına takmış durumdayım. Hele bir de ikinci el olanları.
Severek biriktirdiğim ve seven bir nesile teslim etmek istediğim kitaplarım.



" Not: Gördüğünüz kitapları okumanız için öneririm kesinlikle :) "


15 Haziran 2012 Cuma

Uzun ya da kısayı, geçmiş ya da geleceği; tartışmayı, ölçmeyi, sorgulamayı bırakalı çok oldu. Yaşadığım anıların gözümün önüne gelip gitmesi; bir bebeğin emeklemek ile yürümek arasında geçiş yapması gibi.

Mesela hatırlıyorum da;

”Beni kızdırıp dururdun. Söylediğin sözlerin her ne kadar takmıyor gibi davransam da, biliyordun en ince ayrıntısına kadar ezberlediğimi. Suratımı döner, başka yere odaklanırdım. Başlardın beni izlemeye sonra hemen elini boynuma atar kendine çekerdin. Başımı göğsüne yasladığım an yelkenler suya inerdi zaten. Başta mırın kırın etsem de yumuşadığımı bilir şımartmaya başlardın beni. Her seferinde sakallarında dolaşan saçlarım vardı. Huyu kurusun onların benden çok dokunuyorlardı sana. Her evin, her tenin kokusu varsa seninde; kimsenin hissedemediği sıcaklığın vardı. Ufak tefek sayılırdı belki bedenin ama kocaman kalbin vardı.
Karşılıklı oturup ne zamandır konuşmadık. Konuşmadığımızdandır belki ama sen değişmişsin. Kişilere davranışların kim olduğuna bağlı olarak değişirdi zaten hep. Ama bu kadar değişim farklı gibi..
Soğuk havalarda normalden daha çok üşürdüm. Hele yağmur yağdığı zaman senin sayende sırılsıklam olurdum. Senin için geldiğim kilometreler, gece uyumadığım zamanlar, okuduğum kitaplar, dinlediğim müzikler, yazdığım yazılar.. daha birçok şey. Ama hiçbirinden şikayetçi olmadım aksine severek yaptım. Şimdi ise hepsi sararmış yapraklar arasında bir anı. “


Seninle yaşadıklarımı anlatamadım tam anlamıyla. Mutlaka eksik bıraktım bazı cümleleri, bazense abarttım. Ne kıskansınlar istedim ne de kıskanmasınlar. Anlatsam anlamazlardı zaten. Hem onlara ne seninle yaşadıklarım (!) dimi. Senin bile hatırında mı yaşananlar belli değilken, kime ne geçmişten. Geçmişten çıkıp gelmiş anılardan. Kapıyı çalan duygulardan.
Kime ne dimi Mavi Ada!

11 Mayıs 2012 Cuma


Kırmızı bir vosvosum olsun isterdim..
Özellikle kırmızı. Çünkü kırmızı sevdiğim renklerden biri. Bana tutkuyu, aşkı, sevmeyi, nefreti, acıyı.. tüm duyguları aynı anda harmanlayıp sunabilen tek renk.
Uzun yolculuklara dem vurayım kırmızı vosvosumla.
Her gittiğim yerde, en güzel anılarımı toplayıp arka koltuğuma atayım. Onları orada saklayayım.

Bir gün eve geri dönersem eğer, anlatacağım çok özel anılarım olsun. Çektiğim birkaç fotoğraf, misafir kaldığım evlerden aldığım küçük birkaç hediye, her sahil şeridinden özenle seçtiğim deniz kabuklar... ve daha bir sürü anısı olan özel hediyeler.

8 Mayıs 2012 Salı


Belki de saatler olmuştu ama hala yürüyordum

Yolun sonu ise gelmeyecek gibiydi

Büyüklü küçüklü rampaları katediyor

Birbirini tekrarlayan bitkileri görüyor

Ama hala sona; yani sana ulaşamıyordum

Gökyüzü tüm mavi tonlarını yola sermiş

Geceden kalan yağmur damlaları ise yol kenarına toplanmış

Birlikte;

Çocukken kullandığım boya kalemlerim dahi göremediğim renkleri önüme seriyordu

Düşündükçe yürüyor; yürüdükçe düşünüyor

Düşündükçe tebessüm ediyor; tebessüm ettikçe daha çok düşünüyor

Düşündükçe; düşünüyor ve yine düşünüyordum seni.

25 Nisan 2012 Çarşamba


Seni özlediğim zamanlarda, en yakınımdaki kağıt ve kaleme koşuyorum. “Yazı yazmanın”  yaptığım en iyi şey olduğunu söylerdin hep. Hayatımda yanılmamış olduğun şeylerden biri de buydu zaten.
Ama artık eskisi gibi yazamıyorum.


Eskisi gibi kağıt ve kaleme koşamıyorum. Koşsam da beni anlamıyorlar. Kısmen, yer yer senin anlamadığın gibi. -Gerçekten gittin mi? Cidden anlaşılmayacak kadar zor muydu istediğim mutluluk?- Bir günaydın kelimesi bile döndürürken başımı, çok mu zordu bedenimi sarman.

Bazen kaçmanın daha kolay olduğunu bildiğin için seçtiğini düşünüyorum. Sonra bana veda etmediğin aklıma geliyor, yanılıyorsun aptal deyip düşünceleri aklımdan sıpıtıyorum.
Sonra tekrar tilkiler kafama hücum ediyor ve ağladığın aklıma geliyor. Eğer bir son olmasa neden ağlardı ki diyorum. İnsan biten, giden bir şey dışında neden gözyaşı döker diyorum. Son olduğunu kabul etmeye çalıştırıyorum kendime. İnandırmaya çalışıyorum.

Yine; hiç olmadık anlarda sana ihtiyaç duyduğumu hissedip, yanımda oluşun geliyor aklıma. Eğer değer vermese çoktan diğerleri gibi yok olmuştum diyorum. Her zaman açık bıraktığın evinin kapısı geliyor aklıma ve yine sakinleşiyorum. Kendinden emin bir şekilde sarf ettiğin güven sözcüklerin ve en güçsüz anımda sımsıkı tuttuğun ellerim geliyor gözümün önüne. Gülümsüyorum. Yine en içten tebessümlerimi deviriyorum dışarıya.
Sonra duruyorum, düşünüyorum ve bir an her şey siliniyor.
Üzerinden akıp geçen günlere, aylara bakıyorum. Yırtıp attığım takvim yapraklarına. Sonunda kabul ediyorum benden sonra hayatına girenleri. Benden sonra gelen ten kokularını.

Bu sefer kesin. Son demeyerek gelen bir kesinlik. Bir adım geri çekiliyorum. Akıp giden zamanın ellerine bırakıyorum seni. Ellerimi cebime koyuyor ve geçip giden her şeyi, bir film karesini izler gibi izlemek ile yetiniyorum.

21 Nisan 2012 Cumartesi


Hangi kelimeler bir araya geldi ve nasıl cümleler kuruldu, bakışlar nasıldı, bedenler nasıl kaçabildi birbirinden.. Hayal meyal hatırlanan şeyler vardı sadece o geceden.

En iyi hatırladığım şey aynada gördüğüm iki beden idi.
Sıkıca tutturulmaya çalışılmış pijama altı ve üstüne bol gelen kırışık bir tşört. Belinden düşecekmiş gibi durun bir pantolon, sarılırken eğildiği için beli açıkta bırakan bir tşört. İçeri temiz hava gelmesi için camı açık bırakılmış dağınık bir oda.

O gece aynada görülen iki beden dışında çok daha farklı şeylerdi de.
Parmak uçlarına çıkılmış ve boynundan sıkıca sarılmış bir çift kol ile o bedeni dimdik ayakta tutup sıkıca belinden sarıp hissetmek isteyen diğer bir çift kol.

Yılların özlemi varmışcasına derin nefesler ile ciğerlere doldurulan ten kokuları, en büyük yasakları çiğnemişcesine duyulan pişmanlık hissi. “İyi ki” ile “keşke” sözcüklerinin aynı anda kurulduğu cümlelerin yaşanıldığı o anlar…
Bir kişinin ikinci defa bırakılmayacağını öğrenen bir beden ve bir daha yanında olmamak için arkasına bakmadan kaçacak diğer bir beden. Geçmişi, yaşanmışlıkları anımsatan ama asla aslı olmayan iki farklı beden.

Şimdi git, çünkü o da gidecek. Şimdi kal, çünkü o hiçbir zaman gitmesini beceremeyecek.

O gece odada ki her eşya şahit olmuştu olanlara. Sanki dillenip anlatabilirlermiş gibi sırlarını saklamaya yemin etmişlerdi. Her anı o gece sadece o odada kalmış ve bir daha olmayacaktı.

10 Nisan 2012 Salı


Sabahın erken saatlerinde, güneşliği açık unuttuğum pencereden içeri sızan güneş demetleri ile uyandım.
Ev sessizdi. Daha kimse uyanmamıştı. Belki en derin uykularında en tatlı rüyalarını görüyorlardı.
Akşam kitaplığıma bıraktığım su şişesini tek dikişte içtim. İçimdeki alevi biraz olsun durdurmuştu.
Tüm gece boğuştuğum yorgan pes etmiş vaziyette yatağın ucundan intihar etmişti. Bedenim yorgunluktan kendini yatağa atmıştı yine. Yatağımın tam karşısında duran uykusuz posterine takılmıştı gözüm. Tüm detayları tek tek incelemiştim. Sıkıldım. Sıkılmıştım. Tek kelime ile ruh halimi bu kadar açık anlatabilirdim.
Çalışma masasının üstünde ki, defterimden yırtıp yırtıp bıraktığım kağıtları aldım. Bir şeyler karalamaya çalıştım. Doğrusu kendimi zorladım. Rahatlamak yerine daha çok gerilmiştim. Bıraktım tüm her şeyi bir kenara sırt üstü yatağa uzandım.

Biraz geçmişe biraz geleceğe yönelik düşünceler ile kafamı oyalıyordum. Keşke bir uçak bileti alacak kadar param olsaydı cebimde. Küba’ya gitmek isterdim. Kimsenin konuştuğum dili bilmediği, kat kat giyinmeden rahat hareket edebileceğim kıyafetleri giydiğim bir yer. Güneş gözlüklerimi takıp kulağımda müzik ile saatlerce dolaşabileceğim bir sahil. Hayalinin bile içimi ısıtıp, bir enerji verdiği yer. Sigara kullanmasam da oradaki sigaraları denemeden duramazdım sanırım.


Dalıp gittiğim derin sulara alışmadan dönmüştüm gerçek hayata. Hala yatağımda sırt üstü yatmış vaziyette tavana bakıyordum. Hayaller güzeldir. Ama adı üstünde hayal işte.
Tüm gün peşimi bırakmayacak bir can sıkıntısı ile güne başlamıştım bile. Artık kalkıp hayatımın içinden kopmayan rutin şeyleri yapmaya başlamalıydım.

29 Mart 2012 Perşembe

Çok keskin bir dönüş ile yollarımızı ayırdık seninle.


Savaştığım duygular yahut olaylar varken yanımdan geçip giden, göremediğim şeyler de var. Bir şeyi tam olarak yapacağım dediğim zamanlar, meğersem bazı şeyleri unutuyormuşum.
Şimdi şimdi anlıyorum kendimden çok ödün vermiş olduğumu. Belki biraz baş kaldırmış olsaydım, hep onun dediklerini yapmasaydım, görüşlerine saygı duyup kenara çekilmek yerine kendi doğrularımı savunsaydım… Şimdi böyle olmazdık.
Yazın ardı arkası kesilmeden gelen kalbimi kırmaların ve benim sadece bunlara susarak ‘boş ver, önemli değil’ deyip unutmalarım, bizi böylesine dik yokuşlara sürdü. En son kırdığında, ağzımdan çıkan ‘kan bağımız var, ne olursa olsun hep yanındayım’ cümlesini çok mu ciddiye aldın? Her sevgili gider, her dost kazık atar belki. Ama senin kadar kimse de kıramaz beni. Senin kalbime düşürdüğün köz, hiçbir ateşin sebep olduğu derinlik ile boy ölçüşemez.
Bunları arada bloguma girip okuduğun için yazıyorum. Uzun zamandır yüz yüze konuşamıyorum seninle. Çünkü; ben, kendimi artık sana anlatamıyorum. Çünkü; ben, hala çocuk olan Buse olduğum için hemen affederim seni.

Sen benim çabuk kırılan, nazlı, çekingen küçük kız kardeşim gibiydin. Büyük olan sendin ama önce büyüyen ben oldum. Hayat tecrübelerimizi belki ben önce yaşadım ama ilk seninle paylaştım.

Hatırlıyor musun ortaokul döneminde ki feminist beni. Ya kreşe giderken elini beline koyup, ‘Hayır o öyle değil’ deyip bir sürü cümle kuran beni. Lise yıllarımda ki inişli çıkışlı zamanlarımı. Üniversiteye başladığım zamandaki sıkıntılarımı. Peki dizlerimdeki yaraları. Bisikletten düşüşlerimi.
Peki yazı gelsin diye nasıl heyecanla beklediğimi. İlk günlük yazmaya başlayışımızı. Yıllar geçmesine rağmen sakladığım o günlükleri açıp okumalarımızı. Ya cips-kola ikilisini. En sevdiğimiz grubun blue olduğu yılları. Gittiğimiz konserleri. 1 Litrelik dondurmaları midemize indirmeleri. Kocaman menüleri midemize indirmeleri.
Omzunda ağladığım zamanları. Konuşmadan neler anlatabildiğimi. Benim için kavga edişlerini. Birlikte çıktığımız tatilleri. Bana dışarıdan bakan bir göz olarak rahatça düşüncelerini söylemeni..
İlerleyen yaşlarımızda çocuğum bile oldun. Sen benim belki de hiç olmayan kız kardeşim idin. Seninle ne kadar gururlanırdım biliyor musun. Seni arkadaşlarıma anlatmayı severdim. Güçlü olan aile bağlarımızı. Aylarca konuşmasak da hiçbir şey eksilmezdi, ta ki şimdiye kadar.

Peki n’oldu bize?
Çabuk mu kaybettik çocukluğumuzu. Çabuk mu yitirdik paylaştığımız seneleri.
Şimdi fotoğraflara bakıyorum da, o zaman bana bakarken gözlerinin içi gülerdi. Şimdi ise gözlerini kaçırıyorsun. Şimdi dersler dışında paylaşacak bir şeyimiz kalmadı mı hiç. Neden bana okulunda ki hoş çocuklardan söz etmiyorsun hiç? Ya da neden birlikte hayal kurmuyoruz artık? Artık gelecekle ilgili ne planladığını bilmiyorum. Ya da içinde kopan o büyük fırtınaları. Belki de kalbinde dolup taşan sevgiler var ama hiç bir damlası bana ulaşmıyor.
Biliyor musun, beni ilk terk eden sen oldun. İlk seninle kırılmanın nasıl bir şey olduğunu anladım. Artık ev büyükleri bile farkında birbirimize ne kadar uzak düştüğümüzü. Oysa biz aynı kana sahiptik. Benim canım yansa ilk sen anlamalıydın.

Senin yerini başkaları aldı şimdilerde. Onların yeri ayrı olmalıydı, senin yerini asla almamaları lazımdı. Nasıl rahatça bıraktın ve gittin. Ya da hala gitmeye çalışıyorsun?

Çok keskin dönüşler yapmışız be kuzen. Affet burada yazdım yaşadıklarımızı, belki gözümden kaçan şeyler de olmuştur. Sendelemeler uzun sürdü ve düştük sanırım bu sefer. Kalkarız umarım. Kalkmak için bir çaban olur belki bir gün bu yazdıklarımı okuyup ‘vay be neler yazmışım’ deriz karışıklı gülerken.

Belki de hala çocuk olabiliriz birlikte. O zamana kadar mutlu ol hep gülümse küçük kardeşim.

21 Mart 2012 Çarşamba


Bir yerde 'insanlar hatırladıkları gün sayısı kadar, hayatı yaşamışlardır.' diye bir cümle okumuştum. Oturdum düşündüm. Çocukluğumdan beri yaşadığım hangi günleri tam anlamıyla hatırlıyordum?

Amcamın askere gidişini, kreşte dişlerimi fırçalarken düşen dişimi, uyku saatinde yüzünü boyadığım arkadaşlarım, ilkokulun ilk günü, ilk telefonumun oluşu, ilk bilgisayarım, ilk aşık olduğum çocuk, ilk öpüştüğüm adam, liseye hazırlık, üniversiteye hazırlık, ilk sarhoş olmam, ilk aldığım mektup….



Sonucunda bir gün bu bedeni komple toprağa, nadas diye bırakmayacak mıyım? O yüzden, o nadas mevsimi gelip çatmadan ben ona hazırlanmalıyım.
Nasıl mı?

2 tane orta boy kavanoz alacağız. Şeffaf olacak hiçbir etiketi de olmayacak, içindekileri rahatlıkla görmek için. Şu yaşımıza kadar yaşadığımız haftaların sayısı kadar; yollarda ya da başka yerlerden topladığımız taşlarla bir kavanozu dolduracağız. Her pazar akşamı dolu olan kavanozdan bir taş alıp boş olan kavanoza atacağız.

Tek tek attığımız taşlar, hayatımızdan geçen haftalarım simgesi olacak.
Bize neler yaptığımızı düşündürtecek. Git gide azalan taşlarla neleri yapmadığımız aklımıza gelecek. Günlerimizi haftalarımızı bir düzene sokacak ve en çok istediklerimizi yapmış olacağız.

İlk doldurduğumuz kavanoz bir gün boşaldığında; dönüp arkamıza baktığımızda aslında aklımızda hiçbir şeyin kalmamış olduğunu göreceğiz. Hem de yaşadığımız günleri tek tek hatırladığımız için gerçekten yaşamış olacağız.

Ve böylede bedenimizi sonsuz bir nadasa bırakmaya hazır olacağız.

Ne bir pişmanlık ne bir geç kalmışlık ne de başka şeyler nadasa düşen bedenimizde yük olarak kalmış olacak.

15 Mart 2012 Perşembe

http://fizy.com/#s/1dlu6u

Dar, uzun bir koridordan geçiyorum. Yarı uyur yarı uyanık bir şekilde ayaklarımı sürükleyerek ilerliyorum. Lambası olmadığından el yordamı ile yolu bulmaya çalışıyorum. Kapıyı bulduğumda açmak için son bir güç diye düşünüyorum.
Kapıyı açtığımda, odanın içini dolduran son güneş demetleri bir an gözlerime hücum ediyor. Önceden cama doğru çevirdiğim koltuğa bırakıyorum bedenimi. Daha fazla ağırlaşıp iyice gömülüyorum.

Dışarı devirdiğim gözlerim seni biraz daha özlediğimi anımsatıyor bana. Dudaklarını, boynunu, ellerini.. Özellikle de üstüme sinen kokunu. Yataktan kalktığım her gün bütün vücudum buram buram sen kokuyor. Sonra yanımda olmadığını hatırlıyor ve kokunun uçup gitmesine sebep oluyorum.

Her ayna karşısına geçtiğimde boynuma bakıyorum. Çok hassas olduğundan bazen en ufak dokunuşlarda morarıyordu. Hatırlıyorum dikkat edişini, beyaz tenime tüm özeni gösterişini.
Parmaklarım ile dudaklarımı yokluyorum, orada mısın diye. Sonra aklıma geliyor canını acıtışım. Ne kadar nazik öpsem de başta sonra canice alt dudağını ısırdığım geliyor aklıma. Gözlerimi kapatıp özür diliyorum sessizce. Defalarca tekrarlıyorum bir daha yapmayacağım diye. Başta suratını asıyor, ardından gülümsüyorsun ve gülümsüyorum.

Ağlayarak uyanıyorum yine. Uzun zamandan sonra tekrar başladı yastıklarım ıslanmaya, müzik listemde aynı şarkılar çalmaya. Sayısız kahve içiyorum, tahmininden çok duman çekiyorum içime. Tüketemediğim her şeye daha yakın son kullanma tarihleri ekliyorum. Sonra yine uyuyor, yine uyanıyorum.

Seni özlüyor. Seni özlüyorum.

14 Mart 2012 Çarşamba



Salıncakta sallanamaz olmuşum.
Gökyüzüne ulaşmak için hızlanırken, midemin bulanması. Sımsıkı tuttuğum zincirlerin elimden kayıp düşecekmişim hissini vermesi. Durmak için ayaklarımı yere sürterken ayağımın incinmesinden, biri sallarken ya çok hızlanırsa diye korkular duymaya başlamışım.


Çocukluğumda yapmaktan en çok hoşlandığım şey artık korkutur olmuş beni.
Çocukluğumu ne zaman üstümden çıkardım ki? Ya da ne zaman kaybettim?

Haberim olmadan bir yerlerde mi bıraktım yoksa. Masumluğum, gülüşlerim ve ona eşlik eden kahkaha seslerim, istediğim zaman durdurup istediğim zaman baştan başlattığım oyunlar..

Belki kaybettiğim tek şey çocukluğum değildir. Kim bilir neleri, kimleri, hangi hisleri geçen zamanda yitirip gitmişimdir. Sadece yaşımdaki rakamların ilerleyeceğini düşünürken çocukken, şimdi ilerleyen rakamlarla omzuma binen yorgunluklarımı da anladım.
Yılların bende biriktirdikleri, aslında hayatımdan alıp gittiği şeylerin yerine geçişini şimdi anladım.

Geri dönüşü olmayan yolda ilerlerken aslında yapabileceğim en iyi şeyin anılarıma sımsıkı sarılmak olduğunu anladım.


Salıncakta sallanamaz, ip atlayamaz olabilirim ama ; Yaşanmışlıklarım ve anılarım hep benimle olacaklar.


13 Mart 2012 Salı

Yaşam kalitemiz, içler acısı denecek kadar bile iyi değil.

Şu haberi; http://gundem.milliyet.com.tr/utanc-manzarasi/gundem/gundemdetay/13.03.2012/1514757/default.htm gördükten sonra insanlığımıza acıdım. Sonra ise utandım.
Nasıl bir millet olmuşuz. Nasıl böyle vurdum duymaz, ilgisiz, çıkar peşinde koşan, insanlığı bir kenara atabilen kişiler.. Şaşırdım. Hem de çok şaşırdım.
Ki bir de, biz dünyada en duyarlı milletiz diye geçiniriz. Yazıklar olsun! Bir yerde doğal afet oldu mu ilk yardım bizden gider. İlk biz koşarız milletin derdine. Tonlarca para toplar (gidip gitmeyeceğiniz bile bilmeyiz ya)yollarız onlara. Ama gel gelelim kendi ülkemize, kendi insanlarımıza, kendi insanlığımıza; kıçımızı bile kıpırdatmayız. Bırakın bağış yapmayı paralar ödemeyi, o hasta insanların elinden bile tutmayız.

Ne kadar bencil bir millet olmuşuz!! Ölmüşüz de , ağlayanımız yok. Bu haber Türkiye'nin dört bir yanından gelen hastalarla ilgilenen en büyük hastanesi bir de. Kim bilir başka illerde başka hastalar ne durumda.

Hayatında kansere yakalanmış kişiler veya çevrelerinde olanlar ancak zorlukları bilir ve anlar.
Ağrıları.. Izdırapları.. Kemoterapi ve Radyoterapi sonrası geçmek bilmeyen kötü günleri.. Davul gibi şişen karınları..
Berbat değildir! Zordur.

Gün be gün sona gittiğini bilir o kişiler. Bazen bir umut derler bazen ise ölmek isterler. Ölmek isteyenler kendilerinden çok çevrelerinde kendi çektikleri acıları başkalarına da çektirdiklerini bilirler. Onlar gün be gün yok olurken aslında yanlarındakiler de yok oluyordur.

Ya biz? Oturmuş onları izliyoruz sadece.
Kesin ölecek gözü ile baktığımız için mi bu durum? Yoksa cidden yardım edecek kadar ne paramız ne de gönlümüz olmadığı için mi?

-İnsanlığımdan utandım. Utanmak az kalır ya bu durumda.-

Belki bir gün biz o duruma düşeceğiz. Şimdiki hastalar gibi yardım eli uzatacak bir el arayacağız. Ama nafile. Şimdi bir şey yapmadığımız için o zaman da bir şey yapılmayacak ve sadece bir umut diye bekleyeceğiz.




5 Mart 2012 Pazartesi

Bir tren yolculuğu, bazen huzura doğru kesilmiş bir bilettir.

+ İki kişilik olsun.
- Gidiş dönüş?
+ Sadece gidiş. Dönüşe karar vermedik daha.

Mutluluk; ellerimizle tutup, çekiştirerek büyütebileceğimiz bir nesne gibidir. Soyut varlıkların arasında, somutlaştırılmaya en çok ihtiyaç duyan şeydir.


Çıkacağımız yolculuklara -uzun ya da kısa-. Okuyacağımız kitaplara, şiirlere, karikatürlere. İzleyeceğimiz filmlere. Birlikte yapacağımız yemeklere. İçeceğimiz içkilere kadehim.
Sadece, bize.

2 Mart 2012 Cuma

Aşk mı ne?


Bazen bir gömlek yakası, bazen iki dudak arasındadır aşk.


Tamı tamına 8 yıl olmuştu yolları ayrılalı.
Kim tahmin ederdi ki tanıştıkları yerde tekrar karşılaşacaklarını?
Gizli bir aşık değillerdi artık onların ki. Ama buna rağmen yine yan yana görünmekten korkuyorlardı.
Bilinmedik bir mesafe vardı aralarında, gözlerin göremediği örülmüş o duvarlar..
Yıllardır yıkılamayan o duvarlar git gide daha yükselmişti

Göz altında belirginleşen çizgiler, ellerinin yıpranmışlığı; gösteriyordu kadının bakması gereken çocuğu ve eşi olduğunu.
Eğreti duran tek düğmesi, çift çizgi olmuş pantolonu adamın yaşama inatla hala tek başına ayakta kalmak için uğraştığını gösteriyordu.



Zamanın eskittiği tek şey bedenleriymiş. Yılların bıraktığı anılar, kulakları tırmalayan birkaç nota, unutulmaya yüz tutmuş ama hala hissedilen kokular çıplaklığı ile tam karşılarında başı dimdik duruyordu.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Bazı sabahlar, sadece bir 'günaydın' yazısı bile deli gibi mutlu etmeye yeter.

24 Şubat 2012 Cuma

Ne önemi var;

  • nasıl olduğunun, 
  • nereden geldiğinin, 
  • boyunun, 
  • kilonun saç olduğundan, 
  • kaç rengin..

Yanımda oluşun, bana dokunuşun, ses tonun, anlattığın anılar, bazen susuşların ; Dünyanın bir çok şeyine bedel oluyor.

21 Şubat 2012 Salı

Gitmenden korktuğum kadar, geçmişinden de korkuyorum.

Yersiz belki ama bir şey yapamıyorum.

Sözcükler, cümleler, davranışlar bu durumda beni tatmin etmiyor. Aksine bazı hareketler ‘acaba mı?’ dedirtmeden geçirtmiyor.
Ah bir de tabi benim kuruntularım.
Çok bilmişliğim.
Hayal gücüm.
Yaşanmışlıklarım.
Aldığım dersler.
Yanan ağzım.

Bazen elimi kolumu bağlıyor ne yapacağımı bilmiyorum.
Ya geçmişte yaşadığın güzel anıların! Onlar seni isterse. Ya bir daha mutlu olmaya çağırırsa. Ya yanlışların geri döndürülüp ve düzeltilmesine imkan verirse.
Ya benden gidecek kadar inandırıcı olup seni alırsa.
İraden!
Güvenin.
Dürüstlüğün.
Sevgin.
İnancın.

Düşündüklerin sadece bir perdelik bir oyunsa. Sen, başrol ile tüm hünerlerini sergileyip, perde kapanınca sadece arkanı dönüp giden biriysen.
Bilmiyorum ama. Bir son varken, bir başlangıcı kabul etmek delilik gibi geliyor bazen.
Şimdi ise tüm düşüncelerime karşı gelip kendimi huzurlu bir rüyanın en güzel saniyelerine bırakıyorum.



15 Şubat 2012 Çarşamba


Çok sık olmasa da kadınım derdin.

O anlar senin olduğumu hissederdim.

Uzaklarda da olsan. Sımsıkı sarıldığını hayal eder, dudaklarımda dudaklarının sıcaklığını duyardım.

Unutamadığım tebessümünü hemen iliştirirdin dudaklarına. Ellerini belime dolandırır, bedenine çekerdin bedenimi.

Bedenin sıcacıktı hep. Kalp atışın ne çok hızlı ne de çok yavaştı.

Ellerim ellerinde yok olurdu. Parmakların, parmaklarımla dans etmeyi severdi.

Gözlerimi kapatıp ellerimi dolaştırırdım yüzünde. Her ayrıntısını tek tek hatırlamak için.

Kocaman yatağın içinde kıvrılıp kalırdık ya işte o zaman rahat uyurdum ben. Zaten, kokun olmadan uyuyamazdım geceleri.  Sabah olmasa hiç kalkmasam derdin yanından.

Sen olduğun için mi güzel geçerdi her dakikam yoksa sen güzel olduğun için mi bilmiyorum. Ama sen varken her şey ayrı bir tat ayrı bir kokuya sahipti.

Eskiden. Eskiden biz böyleydik. Eskilerden. Eskiden. Eski..

13 Şubat 2012 Pazartesi

Mandalina mevsiminin başlaması ile bitmesi arasında tanıdım seni.

Seninle;

  • Çalan şarkılarda dans etmedik.
  • Bir yılın, bir ayın, bir haftanın hatta ertesi günün planını bile yapmadık.
  • Oturup bizim dışımızda ki insanları çekiştirmedik.
  • Karnımıza ağrılar girene kadar gülmedik.
  • İçtiğim sigarayı hiç sen yakmadın.
  • Dağıttığın eşyaları toplayamadım.
  • Kokunu hatırlayacak kadar içime çekemedim.
Seni o kadar az süre tanıdım ki. Zaman yetmedi bize. Yettiremedik hiçbir şeye.

12 Şubat 2012 Pazar

Bilerek yaptıklarımın yanında yapmayı unuttuğum şeyler de var.



"Özledim" sözcüğünü en son ne zaman söylediğimi hatırlayamıyorum.Ne zamandır düşünmemek için çabalamayı bıraktığımı da. Artık geceleri su içmek için uyanıyorum, yastığımın ıslak oluşundan değil.
Aynı kitapları okumaktan, aynı şarkıları dinlemekten sıkılmaya başladım.
Giydiğimiz kıyafetler gibi onların da bir kullanma zamanı olmalı sanırım. Kıyafetleri nasıl yıprandıkça yerine başkasını alıyorsak ya da moda değiştikçe; şarkılarda anlamını yitirdikçe başka notalar, sözler gelmeli.

Seninle iken alıştığım her şey şu aralar çok uzakta benden.
Mevsimler değişti, sanki gelmeyecekmiş gibi gittiler. Filmlerin konuları hala aynı ama yönetmen ve oyuncular işi bıraktı.
Artık ‘bırakmayı’ bıraktığım gün gelip çalıyor kapımı. Elim ne kadar kapı tokmağında olsa da açıp açmamak arasında gidip gelişlerim devam ediyor.

10 Şubat 2012 Cuma


Eğer burnunuzda tütüyorsa
ya da elinize baktığınız zaman onun ellerinin arasında hayal ediyorsanız.

Aynı anda mutfağa girip yemek yapmak,
birlikte kitap okumak istiyorsanız.

Akşamları hava güzelken bile evde onunla kalmayı kabul ediyorsanız.
En kavurucu sıcakta dahi ona sarılıp üşüyen bedenini ısıtmak istiyorsanız; bırakmayın sevmeyi.



9 Şubat 2012 Perşembe

'Gitmek' sözcüğü geç kalmıştı bize.
Gitmem gerek çünkü; bunun olması gerektiğini biliyorum.
Gitmem gerek çünkü; gittiğim zaman başta üzülsen de sonradan mutlu olacaksın.
Gitmem gerek çünkü; kendimi tanıyorum. Sana tapacak kadar sevemedim seni.
Sen; ilgimi çektin, seni istedim, benim olmanı istedim evet. Ama sana tapamazdım. Tapamayacağım için zaten bir gün çekip gidecektim.
Gitmem gerek çünkü; Sen benim için hayatını değiştirirken, ben değişmeyecektim. Aksine hep senden bekleyip sömürecektim bir gün gidene kadar.
Senin kadar olmasa da belli etmeye çalıştım duygularımı. Zaten ben belli edemezdim ki, elimden geleni yaptım. Ne kadarını gördün bilmiyorum ama; hislerin, hislerim olmuştu.
Belki.. Belki baştan farklı davransaydım daha çok benim olur, daha çok sana ait hissederdim kendimi. Ama olmadı. Şimdi pişman olmak için geç, çünkü gitmem gerek.
Geçmiş zaten geçti ve gitti.
İyi ki tanıdım seni. İyi ki yazılar yazdım sana.
Sözcükler ile seni harmanlamak güzeldi. Sözcüklerde hiç duymadığım kokunu, hiç bilmediğim tadını bulmak; seni yaşamak gibiydi.
Kendine iyi bak demiyorum. Çekip giden birinin ağzına bunlar yakışmıyor, biliyorum.
Şimdi özür dilemenin de bir anlamı yok. Yaptıkların ve yaptıklarım zaten bilerek ve isteyerek idi.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Her haftasonu sabahı yaptığı gibi bir elinde gazetesi, diğer elinde kopardığı ekmek parçasını ağzına atıp çayından yudumluyordu. Bu rutin gün başlangıcı ta ki telefon çalana kadar devam etmişti...

Bir haftayı daha bitirmiş 2 günlük tatilinin tadını sürecekti. Geceden sıkı sıkı kapadığı perdelerin arasından sızan ışık demetleri gözlerinin aralanmasına sebep olmuştu. Bu sabah tüm yorgunluğunu uyku ile yok etmişti. Yatağının içinde birkaç dakika gerindikten sonra artık güne başlayabilirdi. Yatağından kalkıp cama doğru yöneldi. Perdeleri düzenli bir şekilde tek bir tarafa topladı. Bu yıllar önce annesinden kalan bir alışkanlıktı. Camı açması ile içeri hücum eden hava vücudunu yalayıp odanın içine dolmaya başlamıştı. İlkbaharın sabahları soğuk olurdu. Vücuduna değen her bir hava zerreciği başta irkilmesine sebep olsa bile alışmıştı buna.

Uzun zaman önce kaldırdığı halılar yüzünden evde terlikle dolaşıyordu. Temizlemek zor olduğundan değildi sadece tek başına seçmediğinden o halıları kullanmak istemiyordu. Yenisini almak için bir ara dışarı çıkması lazımdı. ‘Şap şap’ diye çıkardığı ses ile mutfağa yöneldi. 5 gün boyunca acele bir şekilde yaptığı sallama poşetlerle alamadığı tadı haftasonu bolca demlediği çaylarda buluyordu. Çay suyunu ocağa koyup üzerindeki demliğine 1,5 yemek kaşığı çay attıktan sonra banyonun yolunu tuttu. Yerini hiç değiştirmediği tokasını aldı aynanın önünden rastgele topladı saçını. Geçen gün verdiği kozmetik siparişlerini dolaptan çıkarttı. Başta soğuk su ile bolca yıkadığı yüzünü toniği ile temizledi. Yüzüne önem veriyordu her kadın gibi. Belki bazen abartıyordu başkalarına göre ama önemliydi yüzü.

Kapısından aldığı gazete ile mutfağa döndü tekrardan. Üst komşusunun oğlu haftasonu evlerine gazete ve ekmek almak için dışarı çıktığında onunda kapısına bırakıyordu gazetesini. Küçük bir bahşiş ile anlaşmıştı çocukla. Kaynayan çay suyunu hemen demlemişti. Dün eve gelmeden önce yaptığı alışverişten aldığı yiyecekleri tek tek masanın üzerine çıkardı buzdolabından. Bu kadar fazla yiyecek çıkarması da eskiden gelen bir alışkanlıktı sadece. Yoksa yediği her şeye dikkat ediyordu birkaç zamandır. Çok tuzlu ve yağlı şeylerden kaçınması gerektiğini kafeini de azaltması gerektiğini söylemişti doktoru.

Demlediği çayı kupasına koyup, doğradığı salatalığı ve domatesi de masanın ortasına iliştirdi. Bir yandan tek şeker attığı çayı karıştırıyor diğer yandan gazetesinin sayfalarını çevirip okuduğu köşe yazarını arıyordu. Sayfayı bulduktan sonra özenle katlayıp, ekmeğine reçelini sürüp, okumaya başladı.

Daha ilk cümlesinden yazarın bu hafta ele aldığı konu; geçmiş yılların dostları ile günümüz dostlarıydı. ‘Dost’ sözcüğünü hayatında kullanmış sıkı bir deneyimi vardı elinde. Etrafındaki insanların anlatması ile değil bizzat kendi yaşamıştı dostluğu ve dostundan kazık yemeyi. Bir çırpıda yazıyı bitirmişti. Gazetesini katlamış diğer sayfaları kahvaltıdan sonra okumak için bırakmıştı. Boşalan bardağını doldurmak için kalktığında, çalan ev telefonu bir an irkilmesine sebep olmuştu. Hızlı adımlarla salona geçip ‘Sabahın bu saatinde kim arar ki?’ düşüncesi ile telefonu açmıştı.

Geçen kısa telefon konuşması belkide onun için en uzunu olmuştu. Telefonu kapadığında en yakın koltuğa ilişti. Sabah okuduğu köşe yazısında.Çocukluğumuzda; ‘Yakın arkadaşlarımızın oyuncaklarını kıskanır ve akşam eve döndüğümüzde ailemizden onları isterdik.’ Büyüdüğümüzde ise; ‘Yakın dostlarımızın eşlerini kıskanıp onları elde etmeye çalışır olduk.’ yazıyordu. Bir tarafta yıllardır dost bildiği arkadaşı, diğer bir yanda ise 2,5 yıldır sevdiği adam. Bunun olabileceğini tahmin etmese bile ayrılma noktalarına nedenini o da artık çok iyi biliyordu.

Yeni başladığı güne balta gibi inen olaylar yeni başlangıçlara her ne kadar itse de onu hep bir noktada eksiklikler bırakıyordu. Yarım kalmışlık hissiydi asıl en kötüsü.

Yavaşça yerinden kalkıp çocukluğundan kalma alışkanlıkları arasında en sevdiği piyanosunun başına geçti. İlk yıllar dersler için zorla oturduğu piyanosunu zamanla bir tutku haline getirmişti onun için. Kısa süreli çıktığı tatillerden döndüğünde ilk onun yanına koşardı gençliğinde. Aylardır açmadığından üstü hafif tozlanmıştı. Eliyle çok hassas bir şeye dokunur gibi kaldırdı kapağını. İlk başta parmaklarını tuşların üzerinde dolaştırsa bile aklında yer etmiş notaları bir anda parmakları çalmaya başlamıştı bile. Kaybettiği ‘huzur’ sözcüğü aylardır yanlış yerlerde aradığını fark etti gözlerini kapadığında.

7 Şubat 2012 Salı


O’nu özel kılacak bir şey aramıyorum.
Ya da o’nda özel bir şeyin ortaya çıkmasını da beklemiyorum. Merak duygusu da uyandırmıyor bende. Ne ben gibi ne de bana çok zıt.
Her şeyin aksine; ‘yıllardır tanınmışlık’ hissini bedenine öyle bir giydirmiş ki. Üstüne tam oturmuş, tek bir kırışıklık bile yok.
O’nun;  Kapısını çalmadan hayallerine giren kişiler var. Boğuluyorken, gözlerini açtığı kabusları. Özgür ama bileğine bağlanmış zincir yüzünden tam özgür olamayan biri gibi.
Her şeye rağmen; sadece kendisi olabileceğine inandığım nadir insanlardan biri. Bozulmasından ya da bitmesinden dolayı korkacağım bir duyguyu avucuma bırakmadığı için güven veriyor.
Sevdiğim şeyleri sevmek zorunda değil. Ya da kırmamak için suratına sahte bir maske takıp beni onaylamak.
En güzeli de gözlerimi kapadığım zaman o’nu; Suratına en şapşal ifadeyi takıp ‘Pardon, nerede kalmıştık? ben dinlemiyordum da.’ diyebilecek biri gibi hayal ediyorum.
Belki tüm düşüncelerim zamanla tersine dönebilir ya da üstüne daha fazla şey eklenebilir.
Ama sırf bana bu garip yazıyı yazdırdığı ve gülümsettiği için o’na tekrardan merhaba! diye bilirim.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Siz, hiç sizi anlatmayan yazıları yazan birini sevdiğinizi fark ettiniz mi?

O’nu ilk gördüğümde yazdığı birkaç yazıyı okumuştum sadece. Kullandığı sözcükler, değindiği noktalar, yazdığı ucu açık cümleler hoşuma gitmişti. Yakışıyordu kullandığı argo sözcükler ağzına. Sonradan anlayacaktım aslında o yazıların onun için ‘mabed’ görevi taşıdığını.

Bir defasında bahsettiği bir ten vardı yazısında. Kokusuna hayran kaldığı, pamukların bile kıskanacağı yumuşaklıkta. Uçup gidecekmiş gibi hissettiğinden dokunmaya kıyamıyordu. Gece uykusundan uyandığında tekrar dalabilmek için gerek duyduğunu yazmıştı. ‘Keşke’ ile başlayan ‘Olsaydı ya şimdi’ diye devam eden cümleler kuruyordu o kadın için. Sık sık yazmıyordu, sanırım paylaşmaktan korkuyordu aşıkını. Ama her yazdığında, her dinlediği şarkıda o vardı, belliydi.

Kıskanmıştım. Hem de sebepsiz yere kıskanmış, yerinde olmak istemiştim o kadının. Böyle düşündüğünü iyi ki sesli dile getirmemiştim. Çok saçma düşünmeye başladığımı anlayınca ara vermiştim okumaya. ‘Biri de bana hissettirse bunları, yazılarında yer almam da gerekmez’ cümlesi ile avutmaya başlamıştım kendimi.

Bir kitapta okumuştum ‘aura’ sözcüğünü. Her insanda var olduğunu ve farklı olduğunu yazmıştı. Kimi zaman bunu fark ediyor olmamıza rağmen reddediyormuş. Ama o farklıydı. Onda hissetmiştim. Bir enerjisi vardı kendisine yahut yazılarına çeken. Eflatun rengiydi sanki kısmen kırmızıya dönüyordu.

Uzun süren bir gecenin arkasından gelen, yavaş yavaş güneşin belirginleştiği, bir kıyı hakimdi hayatına. Fırtına yeni yeni dinmiş ama bembeyaz kabarcıkların daha uzaklaşamadığı. Güneşin sıcaklığını kumlara değdirmesine rağmen rüzgarın yakaladığı her kum tanesini başka bir noktaya fırlatmaya devam ettiği karmaşa vardı hayatında.

Kalkmalıyım yerimden! Düşünceleri, özellikle onu bırakmalıyım!

Uzun yıllar önce Anadolu seyahatine çıkmış bir dostumun getirdiği, ahşap el oymalı ince uzun kutuya koyduğum sigardan birini yaktım. Sakince arkama yaslandım. Gün aydınlanmaya sokak lambaları teker teker sönmeye başlamıştı bile. Uyusam biraz. Kaçmanın en kolay yoluydu.

‘Benim olmayan bir adamı neden bu kadar kıskanmıştım ben?’ ‘Neden hiçbir yazısına giremediğim o adama neden bu kadar bağlanmıştım?’

Sevmeye gelmiştim kapına (!)

Plağı başa sarmak gerekirse.

Evin en huzur bulduğum yerinde, salonda camın kenarında ki tekliye oturuyordum.

” Okumaktan yorulup kucağıma bıraktığım kitabı kenara koyup hızlıca odama yöneldim. Işığa elimin tersi ile vurarak açtım. Okuldan geldiğimde yatağın üstüne attığım montu alıp giydim. Çantamın içine cüzdanım ile kent kartımı atıp, ayakkabı dolabından aldığım botları ayağıma geçirdim.
Her zaman beklediğim asansörü bu sefer bekleyecek kadar sabırlı değildim. 4. kattan merdivenleri birkaç dakika içinde inmiştim bile. Dış kapıyı telaştan zor açsam da hızlıca site dışına atmıştım kendimi. Koşar atımlar ile sitenin yanındaki durağa gittim. Neyse ki çok beklemeden otobüs geldi. Sanırım şans benim yanımda bu akşam. Telaştan kent kartı basmadan oturdum yerime. Neyse ki çok geçmeden farkına varıp ödemem gereken parayı da ödedim.
Otobüsün yer yer yavaşlaması geriyor olsa da ulaşacağım yere az kalmıştı. İndiğim durakta bir an nefesim kesilecekmiş gibi hissettim. Kalbimin hızlıca vücuduma kan pompalaması başımı döndürmüştü. Buraya kadar gelmiştim geri dönemezdim. Başlangıç adımını atmak en büyük cesaretti zaten benim için. Soluklarımı kontrol altına aldıktan sonra karşımdaki sokağa girdim.
Evi hatırlayıp hatırlamamaktan korksam da doğru yeri bulduğuma emindim. Apartmanın önüne geldiğimde kapı açıktı. Yinede zillere baktım acaba bassam mı diye. Sonra ikişer üçer ne kadar hızlı olursa daha iyi olur diyerek merdivenleri çıktım. Kapısına geldiğimde gözlerimi kapatıp zile bastım. Daha içimden sözcükler ile yalvarmaya başlamadan kapı açıldı. Sanki beni beklermiş gibiydi..
Aynı anda şişirdiğimiz göğüs kafesimizin içinde biriken nefesi birbirimizin omuzlarında geri vermiştik..”

Ey aşk; Hayalin bile güzelken şuan sadece yerimden kalkıp mutfağa kahve yapmaya yöneliyorum.

5 Şubat 2012 Pazar

Nasıl dolandı ise dilime, saatlerdir gitmeyen bir şarkı var.


Biraz garip başlamıştım güne. Hani ne mutluluğu yaşarsınız ne de dibe kadar batarsınız ya işte öyleydim. Farklı duygular, dolamışlar ellerini kollarıma bir o yana bir bu yana çekiştirmekten başka bir şey yapmıyorlardı.
Bir durum olduğu ortadaydı ama olan durumun kendisi ortada yoktu. Hiç bilmediğin bir yerde haritasız kalmak gibi. Ya da kendinizi uçurumun kenarından bıraktığınız zaman bir anlık paraşütünüzün tutukluk yapması gibi.
Kendimi dışarı atmış biraz yürüyüp kafa dağıtmayı planlıyordum.

Acelem yoktu. Ne yetişeceğim bir yer vardı ne de bir bekleyen. Yürüyen merdivenleri hızlıca inen insanlar geçip gidiyordu yanımdan. Merdivenleri inmem ile metronun gelmesi bir oldu. Aslında o kadar hızlı olmamasına rağmen yanımdan geçerken açık bıraktığım saçlarımı bir birine dolaştırdı. Bir an toplamam lazım diye geçirdim aklımdan. Zaten şu sıralar herkes toplu saçın bana yakıştığını söyleyip duruyordu.

Metroya adımımı atmamla boğulacakmış hissine kapıldım. Gelecek durak Osmanbey idi. Metronun sıcaklığına bir durak daha sabredemedim ve indim. Ne olsa 3 dakika sonra bir başkası gelecek. Telefon çekiyor gibi gözüküyordu ama bir türlü mesajlarım iletilmiyor. Gelen metro bir öncekine göre daha kalabalık. ‘Binmesem mi?’ diye geçirdim aklımdan. Bir sonrakinin ne kadar boş olacağına emin olamadım, bindim.
Taksim durağına gelmeden kapıdan iyice uzaklaştım. Herkesin bir anda çıkmak isteyeceğini bildiğimden yığılma ve kalabalık olacaktı. Kapı açılır açılmaz insanlar çıktı, ardından ben. Yaz boyunca çıkarken tıkanmadığım halde şimdi nefes nefese kalmıştım şu merdivenlerde. Sigara da içmiyorum halbuki. Yaşlanıyorum sanırım. Beden olarak olmasa da ruhumun yaşı ile oynayan bir el var.

Merdivenlerden kahkaha atarak çıkan çifte dönüp ‘iyi bok yiyorsunuz!’ demek geçiyor içimden. Çantamın içine attığım bi sakız vardı, bulup onu attım ağzıma. Yürüyen merdivenlerin bitiminde ki küçük büfeye uğruyorum, maksat soluklanmak. Gözüme uykusuz dergisi takılıyor. Arka sayfasını açıp hızlıca otisabi’yi okuyup yerine koyuyorum. Ne de olsa daha yürümem gereken çok yol var.

Kabanımın açılan düğmesini bağlayıp, çantamı düzeltip insanların fark edemediği yarışa koyuluyorum.
Açık havaya çıktığım zaman beni karşılayan gri bulutlar; şarkının çalması için yeniden start veriyor. Taksimin bir ucundan diğer ucuna yürümeye başlıyorum.
Merhaba gün.

Okunması ve alınması gereken listeler.

Okunması Gerekenler;
  1. Kumral Ada Mavi Tuna - Buket Uzuner
  2. Şeytanın Fısıldadıkları - Emre Yılmaz
  3. Serenad -  Zülfü Livaneli
  4. Küçük Mucizeler Dükkanı - Debbie Macomber
  5. Bir Yumak Mutluluk - Debbie Macomber
  6. Elif - Paulo Coelho
  7. Zahir -  Paulo Coelho
  8. Uçurtma Avcısı - Khaled Hosseini
  9. Bin Muhteşem Güneş - Khaled Hosseini
  10. Baba ve Piç - Elif şafak
  11. Kürk Montlu Madonna - Sabahattin Ali
  12. Az -  Hakan Günday
  13. Beyoğlu Rapsodisi - Ahmet Ümit
  14. Aşk Köpekliktir - Ahmet Ümit
  15. İstanbul Hatırası - Ahmet Ümit
  16. Şahane Hatalar -  Heather Mcelhatton
  17. Bir Gün - David Nicholls
  18. Ejderha Dövmeli Kız - Stieg Larsson
  19. Sil Baştan - Ken Grimwood
  20. Küçük Prens
  21. Sol Ayağım - Christy Brown
  22. Boleyn Kızı - Philippa Gregory
  23. Piraye - Canan Tan
  24. Kuyucaklı Yusuf - Sabahattin Ali
  25. Veronika Ölmek İstiyor - Paulo Coelho 
  26. Üstü Kalsın - Cemal Süreya 
Alıncaklar Listesi ;
  1. Portobello Cadısı - Paulo Coelho
  2. Tutunamayanlar - Oğuz Atay 
  3. Ateşle Oynayan Kız -  Stieg Larsson
  4. Arı kovanına Çomak Sokan Kız -  Stieg Larsson
  5. Ateşböceği Yolu - Kristin Hannah
  6. Gerçek Renkler  - Kristin Hannah
  7. Gizli Anların Yolcusu - Ayşe Kulin
  8. Uyuyana Kadar - S J Watson
  9. Nabız - Jeremy Robinson
  10. Kinyas ve Kayra - Hakan Günday
  11. Şeker Portakalı - Jose Mauro De Vasconcelos

4 Şubat 2012 Cumartesi

Sabah uyanır uyanmaz ilk mutfağa yöneliyorum. Çaydanlıkta dünden kalma çayı çöpe boşaltıp yenisini hazırlıyorum. Çay olana kadar akşam salonda bıraktığımız dağınıklığı, sana ses yapmadan toplamaya başlıyorum. Yine televizyon karşısında yediğin kuruyemiş kabuklarını yere dökmüşsündür çünkü, biliyorum. Sanırım tüm gün arkanda dolaşsam yinede kıçını toplamaya yetişemem.


Bazen şu pasaklılığın hiç bitmeyecek gibi geliyor. Çorapların salonun ortasında bırakman her seferinde beni deliyor. Kitaplıktan aldığın kitapları çalışma odandan hatta tuvaletten topladığımı bilse insanlar garip gözle bakacakları kesin. Hele şu aylık gelen dergilerin. Bazen hepsini toplayıp atmayı bile planladığım oluyor her biri bi yerde. Her derginin ya da kitabın yanında taşıdığın kalemleri de unutmuyorum. Her seferinde mutlaka birini kaybetmek zorunda mısın? Bazen kendimi, eve kalem almakla yükümlü gibi hissediyorum.


Birkaç günlüğüne evden uzak kalsam; tüm eşyalar kapıdan çıkmaya hazır bekliyor duruma geliyor. Her su içişinde farklı bardak kullanmanı anlamıyorum zaten. Ah birde daha az kızmam için her birinin özenle tezgaha dizdiğini unutmamak lazım.
… 



Yaşadığım anıları çok çabuk hatırlamıştım, dikili kaldığım mutfak kapısında. Uzun zaman olmuştu bu evin kapısını açmayalı. Anahtarı çantamdan çıkartırken hala aynı mıdır acaba diye düşünürken, bu kadar aynı olacağını düşünmemiştim.

Sık sık bir şeyler için söylenirdim belki ama seni çalışırken izlemek hoşuma giderdi. Seninle aynı masaya oturmak, birlikte yemek yemek. Uyuya kaldığın zamanlarda üstünü örtüp seni izlemeyi özlüyorum. Çok nadirde olsa elinde çiçeklerle kapıya gelişini.

Yaşadıklarımın güzelliği için teşekkür edememiş olmanın burukluğu oluşuyor bazen. Sonra geçiyor. Sonra tekrar geliyor ama yine geçiyor.
Kısır bir döngünün kırılmayı bekleyen zayıf zinciri gibiyim. Kimi zaman ‘zamana’ yeni düşmekten korkuyorum.

3 Şubat 2012 Cuma

Aynı evde yaşıyorlardı fakat; bir kör, bir dilsizden farkları yoktu. Göz göze gelmeseler, yanlışlıkla kapıların önünde karşılaşmamış olsalar; konuşacakları hatta yaşadıklarından dahi haberdar olacakları yoktu. Bu durumları bile bazen canlarını sıkar, zor gelir olurdu kendilerine. Ne var ki yetiştikleri aile, yaşadıkları çevre ve çocuklarının oluşu onları aynı çatı altında tutmaya en büyük sebep idi.

Eskiden birlikte yemek yer, sohbet eder, aynı odada yatarlardı. Bu durum pek de eski sayılmazdı ama; Büyük çocuklarını evlendirip, diğerini yurt dışına okumak için yolladıktan sonra yataklarını da ayırmışlardı. Zaten sırf çocuklarının gözü önünde kötü olmak istemedikleri için birbirlerine katlanıyorlardı.
Aslında kadın eşine iyi dayanmıştı. Belkide sırf ‘çocukları, çevresi’ için değil, ‘aldatılmayı’ kadınlık gururuna yediremediği için hala o evde duruyordu. Belki de…

Kırgın, üzgün, en önemlisi de kızgındı ona. Çünkü seviyordu hala. Sevmiş ve hep sevmeyi planlamıştı. Pek planladığı, hayalini kurduğu yılları olmamıştı ama.

Kızartma yaptığı tavayı kafasına geçirmek, soğan doğradığı  bıçağı alıp filmlerde gördüğü gibi eline saplamak istiyordu. Neyse ki sonra sakinleşiyordu. Siniri geçiyor, acıma duygusu ortaya çıkıyor, yumuşuyor fakat yaşadığı kötü zamanları unutamıyordu. Kocası o kadını bırakmış olabilir, defalarca özür dilemiş ya da affetmesi için hastalığını dahi kullanmış olabilir ama, nafile. Unutmaya yetecek bir şeyler de bulamıyordu kafasında. İnat bir kadını ne bu kadar güçlü ne de anlaşılmaz kılmamıştır daha önce.

Ama o; her şeye rağmen bir kadındı. Bir kalbi, içine sığdırdığı kocaman bir sevgi ve severek geçirdiği yılları vardı. Sevmeyerek bile sevecek kadar çok seviyordu. Belki her şeyi bahane edip kendisi istiyordu aynı çatı altında kalmayı. Bir gün yeniden sevmek için kalbinin kapılarını açacağına inanıyor ve bekliyordu.

1 Şubat 2012 Çarşamba

Hayat kısayken
Çıkıp gelsen
Ya da
Çıkıp gelsem
Hani olsam orada
Uzansam yanına
Kollarınla sarsan
Sıkıca bedenimi
Öpsem
Öpsen
Öpsem
Çenenden, dudaklarına
Öperek yol yapsam
Şımarmış olsan
Şımartsam
Gülümsesen
Gülümsesek
Sonra yine buseler bıraksam dudaklarına
Merhaba Barış Abi!
Adam olacak çocuk büyüdü bak. Şimdi senin şarkılarını yaşatmaya seni en güzel anılarıyla anmaya çalışıyor.

Gelen nesilin senden pek haberi yok bu yüzden onlara çok üzülüyorum. Ne senin grili-siyahlı uzun saçlarını biliyorlar ne de çeşit çeşit taktığın yüzükleri. Gülümseyişini ise hiç görmediler. Doğrusu ben seni iki defa canlı gördüm. 5 yaşındaydım ya da 6 tam hatırlamıyorum ama babaannem ve dedem ile konserine gelmiştik. Tabi küçük çocuk olduğumdan yarısında uyuya kalmıştım. Uyandığım zaman seni son kez göremedim diye çok üzülmüştüm.
En çok ; http://fizy.com/#s/1agn9o bu şarkını seviyordum. Hala ilk sıradadır ama son birkaç yıldır yazdığın sözler kalbimin derinliklerinde yerini buluyor. O kadar güzel sözler yazmışsın ki içinden çıkıp 'bak bu benim! işte benim!' demek geliyor. Nasıl bu kadar duyguyu hissetsen sen. Hadi bunları hissettin peki nasıl kaldırdı o narin kalbin. Çok üzmediler dimi seni aşk konusunda? Bence üzmemişlerdir çünkü; çok güzel bir eşin ve çocukların var. Ama haklısın her şey dışarıdan göründüğü gibi güzel olmaya biliyor. 'Dışı seni içi beni yakar' misali dimi.
"Baba Bizi Eversene" filmini tekrar tekrar izleyebilirim. Ne de güzel şarkı söylüyordun ağlayan bebeği uyutmak için. Sesini arada unutuyorum ama hemen bir şarkını dinliyorum. O; yumuşak, tok, insanın içini ısıtan sesin sana güzel bir hediye ve sen bu hediyeyi iyi ki bizler ile paylaşmışsın.
"Ispanak , Pırasa" vb. sebzeleri sen söylersin diye yerdim. Tabi 'Temel Reis' de unutulmamalı.
Sunduğun programı kaçırmadan izlemişimdir. Sanırım birkaç defa kaçırmış olabilirim. Erken saatteydi ama uyuya kalıyordum bazen :( Kalkar kalmaz ilk televizyonu açar, sonra mutfağa koşar tezgaha tırmanır bardak alır süt doldurur ve seni izlemeye koyulurdum. Her soruna atlar hemen cevap verir, tüm şarkılarına eşlik ederdim. Telefon ile bağlanmaya programa katılmak için çevirmediğim numara kalmamıştır. Ama hiç ulaşamadım :/ Hani programın bir bölümünde şarkı söyletiyordun ya işte ben ondan çok korkuyordum. Çünkü sesim çok kötüydü ve sözleri hep heyecandan unutuyordum. Keşke katılsaymışım ve ben de orada yanında olsaymışım.
Şimdilerde özleniyorsun. Şimdi ki zamanda, geniş ve gelecek zamanda da özleneceksin. Çünkü sen özlenmeye değer birisin.
Şarkılarına aşk ile, aşklarıma şarkıların ile ; sahip çıkıyorum.

"Unutma ki dünya fani, veren Allah bir gün alır canı.." Dediğin gibi de oldu. 1 Şubat 1999 yılında sana verilen ruhun kendini teslim etmesi gerekti. Aradan geçen 19 yıl ile adam olacak çocuk da büyüdü.

30 Ocak 2012 Pazartesi


İstanbul bıraktığım gibiydi aslında. Sadece mevsim değişmiş, tek başına kazak ısıtmaz olmuştu vücudumu.
Gündüzün yüzünü akşama çevirmeye yüz tuttuğu sıralarda; izlediğim manzara yine gülümsüyordu bana..
Yudumladığım çayı aynı garson getirmişti fakat diğer seferlere göre daha çabuktu.
En güzeli; Çayın yanında yudum yudum aldığım İstanbul ve kokusu vardı. En çok özlediğim kokuyu doyasıya içime çekmek; yaşama tekrar tekrar fakat daha güzel anılardan başlamak gibiydi.

Garip bir şekilde yaptığım hatalardan, bana geri dönenler harika sonuçlar oldu.

Koca bir seneye neler sığmadı ki. düşündüğümden ya da beklediklerim fazlasını aldım sanırım.
Duyguları en uç noktalarını yaşamak ya da dibe vurmak güzeldi.
Bazen uçurumun kenarında dolaşırmış gibi alınan riskler, mikrofon yutmuşcasına yüksek sesle atılan kahkahalar, bardaktan boşalırcasına akan gözyaşlarım, içimdeki şeytan tüyüne kapılıp bana yaklaşan insanlar, temmuz ayının kavurucu sıcaklığından bile sıcak olan sevgim, kışın en soğuk ayazlarından da soğuk nefretim, fırtınadan kurtulamayıp karaya oturan gemiler gibi yıkılıp giden hayallerim… Hepsi benimle kocaman bir yılı bitirdi.
Ama; yeni gelen senede tanıdığım bir insan, eski giden senede hayatıma aldığım ve pişmanlık diyebileceğim biri tarafından geldi. Sanırım kaybettiklerimin yerine; kaybettiğim şeylerin bıraktığı boşluğun daha fazlasını kaplayan güzellikler gelip buldu beni.
O kendini daha bilmiyor ama beni mutlu etti. Tanımak güzeldi seni. 
Hoş geldin.

27 Ocak 2012 Cuma

Ben Bir Kadınım..

Ve

6. hislerim kuvvetli birçok yaşananı hissedebiliyorum.
Sevdiğim erkeğin sadece bana ait olmasını isterim.
Aşık olduğum adama dünyanın en iyi aşçısından daha pimpirikli yemek yaparım.
Mutfağa birinin girmesinden nefret ederim.
Eğer aldatılırsam; dünyayı yok edecek gücün elimde olduğunu düşünürüm.
Eşyalarımı benim koyduğum yerde bulmazsam sinirlenirim.
Düzenime, düzen getirilmesini sevmem.
Eğer regli döneminde isem; en mutlu anlarda ağlar, hiç olmayacak şeylere güler ve deli gibi çikolata isterim.
İşime geleni yapar, işime gelmiyorsa anlamamakta ısrar ederim.
Özel günlere acayip takıntılarım vardır.
Hem cinslerim ile dedikodu yapmayı severim.
Topuklular dişi oluşumu simgeler.
Çenemle, en mülayim insanı bile deli edebilirim.
Yanıma yakışanı, üstüme zayıf göstereni isterim.
Eğer benle yaşayacak bir insan bulursam o zaman gerçek bir kadın gibi hissederim kendimi.
Ulaşılmaz kavramını hep hedef seçerim.
Ve sevdim mi tam anlamıyla sever nefret ettim mi tek kalemle silerim.
Sonuçta ben bir kadınım ve anlaşılması imkansızım.

8 Ocak 2012 Pazar

Senden başka birinin tekrardan gülümsemem sebep olacağını düşünmemiştim.


Uzun zaman geçmiş, takvim yapraklarını yırtan ellerim yorulmuş ama zaman ilerlemekten yorulmamıştı. Günlerin peşi sırasına haftalar takılmış. Haftalar sicimler ile ayları kendine bağlamıştı.

Gözlerimi açıp kapamam gibi kısa sürmeye başlamıştı gün doğumu ile batımı arasında geçen zaman.

Kar taneleri, üstlerine giyecek şekilleri olmadığı için inmez olmuşlardı yeryüzüne.

Gökkuşağı, renklerini görmekten sıkılan insanlar yüzünden güneş gözlüklerini çıkarmaz olmuştuı.

Yağmuru sevdiğini söyleyip, şemsiye kullanan insanlar yüzünden küsen damlalar; yeryüzünü uzun zamandır susuz bırakmıştı.

Sen gittikten sonra çok şey güzelliğini yitirmişti gözümde. Ta ki başkasının tekrardan gülümsemem sebep olacağını öğrenene kadar. Başkasının yanında ağzım kulaklarıma gelip, gözlerim binbir çeşit rengi bulana kadar; mutlu olabileceğimi düşünmemiştim